2.01.2010

Şehir Baskısı (1)

TÜİK Aralık 2009 verilerine göre nüfusumuzun % 60'dan fazlası kentlerde yaşıyor. Bunların yarısından fazlası işgücüne katılım gösterirken,  % 16'lık bir kısmı işsiz olarak gözükmektedir. İşsizlik oranının %27'sini gençler oluşturmaktadır. İstanbul kenti ülkenin en büyük metropolü olarak öne çıkarken bu veriler için de en önemli gösterge haline gelmiştir. 2000 verilerine göre Istanbul net olarak yarım milyonluk bir iç göç almıştır. 2008 adrese dayalı nüfus kayıt sistemi verileri göstermektedir ki İstanbul'da 12.698.000 kişi yaşamaktadır ve bu rakam ülke nüfusunun %17'sini oluşturmaktadır. Bu rakama en yakın oran ülke nüfusunun %5.6'sını barındıran başkent Ankara'dır. 


İstatistiklerin içerisinde fazla boğulmadan şunu net olarak söyleyebiliriz İstanbul kenti bu ülkenin tek bir metropolitan alan içerisine sıkıştırılmış halidir. Kentin bu noktaya gelmesinde sahip olduğu coğrafi "avantaj", tarihsel birikim ve ticari etkinliklerin direkt etkisi olduğu bir gerçektir. Bunun yanında 1950'lerle başlayan politik yaklaşımlar, yoğun yapılaşma hareketleri ve sermaye birikimi kentin geleceğini şekillendiren koşulları yaratmıştır. 20. yy. ilk yarısında Cumhuriyet'in kentinin planlamasına kalkışan Prost'un, 50'lerden sonra ise savaş sonrası New York'un planlanmasını yönlendiren Robert Moses anlayışının, İstanbul'un planlamasında yürütülen aklın arkaplanında yer aldığını ve bugüne taşınan birçok tartışma konusunun geçmiş referanslarını oluşturduğunu bilinmektedir. Istanbul tarihsel, kültürel ve turistik öneminin yanısıra, her dönem siyasi otoritenin ve muhalefetin bir ifade alanı olarak da kullanılmıştır. Bu bakımdan yakın tarih içerisinde giderek artan popülerliğiyle ülkenin yıldız kenti haline gelmiştir/getirilmiştir. Bugün karşımızda aşırı yüklenmiş, bir yandan küresel sahnede yer almaya çalışırken öte yandan artan eşitsizlikler ve adaletsizliklerle boğuşan, az planlanmış ancak sermayesi bir o kadar bol bir şehir var.


Doğduğum kent olan Istanbul benim içinde elbette öncelikli yaşam ve çalışma olanı olarak bugüne kadar yerini korudu. Bugüne kadar yaşanılan gündelik problemlere ve beceriksiz çözümlere rağmen bu kenti sevmekten vazgeçmedik ve aldığımız keyif her zaman olumsuzlukları görmezden gelmemize yardımcı oldu. Ancak artan ekonomik ve sosyal sıkıntıların da etkisiyle olsa gerek bugün artık kent yaşamının ne kadar gerekli olduğunu sorgulamaya başladık. Kapitalizm'in son krizi bizi gene birşeyleri sorgulamaya  iterken, giderek artan merkezkaç kuvvetiyle dengemizi de bozdu. Bir kentli olmak ile övünen modern insan acaba nelere alet oluyor ? Neden bu şehir bizim kaderimiz/alın yazımız/al yazmalımız ? 


Sosyal statüden bağımsız olarak çalışan insanlar hergün belli saatlerde işlerine doğru yola çıkıyor ve akşam gene belli saatlerde (bazen daha geç) evlerine dönmek için harekete geçiyorlar. Devlet daireleri ve para ile ilgili kurumlar sadece haftaiçi çalışmayı tercih etse de nüfusun büyük bir çoğunluğu Cumartesi günleri'de çalışmaya devam ediyor. Istanbul gibi bir kentte işe gidip gelmeyi bir kenara bırakalım herhangi bir yere gidip gelmek bile ciddi bir çaba ve zaman gerektirtiriyor. Hergün bir yere ulaşmak için bizim için en değerli olan zamanımızı boşa harcıyoruz. Üstelik çoğumuz işlerini çok severek yapmıyor ve Marx'ın yabancılaşma teorisini kanıtlayan bir deneğe dönüşüyor. Çalışırken genelde her ay başı aldığımız maaşı, işimizin görece iyi bir iş olduğunu ve tatil günleri düşünerek teselli buluyoruz. Orta yaşlı olanlarımız şimdiden emeklilik hayallerine dalarak o günler için birikim yapma telaşına giriyorlar. Sahip olmamız gereken otomobile, tüketim mallarına, lüks ürünlere ve seyahatlere maddi olanak sağlamak için birileri bize para satıyor yada cebimize kredi kartı koyuyor. Çünkü normal maaşınızla bunlara sahip olmanız mümkün değil. Ne kadar acınası değil mi ? Özellikle Türkiye gibi bir ülkede doğuştan borçlu olan yurttaşlar birşeylere sahip olmaları gerektiği için her gün farklı bir borcun altına girip hayat boyu bunun vebaliyle yaşamak zordunda kalıyor.


Birileri bize kentte yaşamamız gerektiğini, birilerinin para kazanması için onlara emeğimiz sömürtmemiz gerektiğini, bu şekilde güvenli bir hayat süreceğimizi, evlenmemizi, bir şekilde ev ve araba sahibi olmamızı, belli sayıda çocuk yapmamızı, emekli olunca da prostatımız ve hemoroidimizle beraber kare bulmaca çözmemiz gerektiğini söylüyor. İşin garip kısmı milyonlarca insan buna inanıyor. Bence yüzyılın en büyük yalanının dibinde uyuyakalmışız, patronlarımız üzerlerimizi örtünce de buna şükrediyoruz. 


Kentte yaşamın olanaklarına olan erişebilirliğimizi giderek kaybediyorsak kentte yaşamanın ne anlamı var ? Bugün insanlar kentin bilmem kaç km dışına taşınıp yada kentiçi kapalı sistem bir sitede oturup kentte yaşadıklarını iddia edebiliyorlar. Hergün otomobilleriyle şehre gelip, çalışıp sonra evlerine dönüp "bugünü de kurtardık!" diyorlar. Elbette buna karşı mutlu bir azınlık evleri ile işleri arasındaki mesafeyi kısaltarak ve kentin içerisinde kalmanın bedelini ödeyerek yaşamlarını sürdürmeyi tercih ediyorlar. Kendi imkanlarıyla kentsel yaşamın olumsuz yönlerinden uzaklaşabilmek adına bunun hava parasını ödemek için kendilerini koşullandırıyorlar. Kentin düşük gelirli sınıfları ise daha az olanaklar ve fırsatlar içerisinde kent ile alakası olmayan banliyölerde yaşam mücadelesi vermeye devam ediyorlar.


Bugün tüm bunların farkında olmak kent ile ilgili düşüncelerinizin giderek ekşimesine neden oluyor. Adı kent olmayan farklı bir coğrafyada bulunmanın hayatınızda neleri değiştirebileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. 20. yüzyılın başında sanayi sektörünün ve işgücünün toplandığı yer olan kent, 21.yy başında artık hizmet sektörlerinin ve buna bağlı işgücünün merkezi haline gelmiştir. Bu hizmet sektörlerinin bir parçası olarak herkesin her gün bir parçası olduğu büyük makinanın içerisinde yer almaktansa buna alternatif olabilecek başka bir hayat tarzını düşlemek daha değerli olacaktır. İnsanın doğası gereği genel kabullerin ekseninde hareket etmek kendimizi güvende hissetmemize neden oluyor ancak bunun yanında sağlığımızı bozuyor, mutluluğumuzu ve kaynaklara olan erişebilirliğimizi kısıtlıyor. Milyonlarca insanın biriktiği bir coğrafyada hergün benzer ihtiyaçları karşılamak adına, farklı kulvarlarda, aynı yarışın içerisine girerken, (eğer doğuştan bazı şanslarımız yoksa) yaşam kalitemizi sürdürmek/arttırmak adına şansımızın giderek düştüğünü görememek imkansız.


Alper ÇAKIROĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder