5.03.2010

Temporary City Competition


2.5 aylık bir çalışma sürecinden sonra Şubat ayında teslim edilen Temporary City yarışma projelerinin değerlendirmesi sonucunda Serkan Sınmaz ve Emre Kovankaya ile beraber hazırladığımız "dockspark010" adlı projemiz onur ödülüne layık görüldü. Yarışmaya katılan ve oranizasyonda emeği geçen herkese teşekkürler.  

Temporary City Yarışması, yakın zamanda dönüşümü planlanan Haliç Tersanesi için 2010 Kültür Başkenti organizasyonunda da yer alacak sınırlı bir bütçesi olan geçici bir yapı  tasarlamak amacıyla düzenlendi. docksprak010 projesinde tersaneye görsel ve fiziksel erişebilirlik problem ile beraber bir takım kentsel sorunlar  göz önüne alındı. Pera ve Galata bölgesinin potansiyelinin Karaköy - Perşembe pazarı bölgesine akıtılarak sahil bandının yaya kullanımına yönelik kalitesinin artılabilmesi konusu gündeme geldi. Bu sahil bandının sürekliliğinin sağlanması neticesinde tersane ile fiziksel iletişim de sağlanabilecekti. Bu düşünsel arkaplan neticesinde köprünün altından tersaneye doğru uzanan ancak ilk zamanlar yetişemeyen, sonraları tersanenin dönüşümü ile beraber tersaneye bağlanan ve süreç içerisinde modüler yapının verdiği esneklikle beraber farklı biçimlere bürünebilen bir "deck" ortaya çıktı. Bu yapı bir iskeleye, bir adaya veya adalara, bir yürüyüş bandına vb. dönüşebilecek şekilde tasarlandı. Maliyet kısıtlamasının da etkisiyle yapının  bileşenleri geri dönüştürülebilir, demonte edilebilir ve tersanenin artık ürünlerinden elde edilebilecek malzemelerden düşünüldü. 

Tasarlanan bu model sayesinde kıyı kullanımının sürekliliği, kent içinde kalmış ancak yaklaşım problemleri taşıyan bölgelere erişebilirlik ve kentsel dönüşüm alanlarının kente eklemlennmesi için tetiklenecek diğer bölgelerin belirlenmesi tekrar tartışılmıştır. dockspark010 Haliç Tersanesi'ne yönelik yaklaşım adına bir kıvılcım yaratmayı öngörmektedir. 

2.01.2010

Şehir Baskısı (1)

TÜİK Aralık 2009 verilerine göre nüfusumuzun % 60'dan fazlası kentlerde yaşıyor. Bunların yarısından fazlası işgücüne katılım gösterirken,  % 16'lık bir kısmı işsiz olarak gözükmektedir. İşsizlik oranının %27'sini gençler oluşturmaktadır. İstanbul kenti ülkenin en büyük metropolü olarak öne çıkarken bu veriler için de en önemli gösterge haline gelmiştir. 2000 verilerine göre Istanbul net olarak yarım milyonluk bir iç göç almıştır. 2008 adrese dayalı nüfus kayıt sistemi verileri göstermektedir ki İstanbul'da 12.698.000 kişi yaşamaktadır ve bu rakam ülke nüfusunun %17'sini oluşturmaktadır. Bu rakama en yakın oran ülke nüfusunun %5.6'sını barındıran başkent Ankara'dır. 


İstatistiklerin içerisinde fazla boğulmadan şunu net olarak söyleyebiliriz İstanbul kenti bu ülkenin tek bir metropolitan alan içerisine sıkıştırılmış halidir. Kentin bu noktaya gelmesinde sahip olduğu coğrafi "avantaj", tarihsel birikim ve ticari etkinliklerin direkt etkisi olduğu bir gerçektir. Bunun yanında 1950'lerle başlayan politik yaklaşımlar, yoğun yapılaşma hareketleri ve sermaye birikimi kentin geleceğini şekillendiren koşulları yaratmıştır. 20. yy. ilk yarısında Cumhuriyet'in kentinin planlamasına kalkışan Prost'un, 50'lerden sonra ise savaş sonrası New York'un planlanmasını yönlendiren Robert Moses anlayışının, İstanbul'un planlamasında yürütülen aklın arkaplanında yer aldığını ve bugüne taşınan birçok tartışma konusunun geçmiş referanslarını oluşturduğunu bilinmektedir. Istanbul tarihsel, kültürel ve turistik öneminin yanısıra, her dönem siyasi otoritenin ve muhalefetin bir ifade alanı olarak da kullanılmıştır. Bu bakımdan yakın tarih içerisinde giderek artan popülerliğiyle ülkenin yıldız kenti haline gelmiştir/getirilmiştir. Bugün karşımızda aşırı yüklenmiş, bir yandan küresel sahnede yer almaya çalışırken öte yandan artan eşitsizlikler ve adaletsizliklerle boğuşan, az planlanmış ancak sermayesi bir o kadar bol bir şehir var.


Doğduğum kent olan Istanbul benim içinde elbette öncelikli yaşam ve çalışma olanı olarak bugüne kadar yerini korudu. Bugüne kadar yaşanılan gündelik problemlere ve beceriksiz çözümlere rağmen bu kenti sevmekten vazgeçmedik ve aldığımız keyif her zaman olumsuzlukları görmezden gelmemize yardımcı oldu. Ancak artan ekonomik ve sosyal sıkıntıların da etkisiyle olsa gerek bugün artık kent yaşamının ne kadar gerekli olduğunu sorgulamaya başladık. Kapitalizm'in son krizi bizi gene birşeyleri sorgulamaya  iterken, giderek artan merkezkaç kuvvetiyle dengemizi de bozdu. Bir kentli olmak ile övünen modern insan acaba nelere alet oluyor ? Neden bu şehir bizim kaderimiz/alın yazımız/al yazmalımız ? 


Sosyal statüden bağımsız olarak çalışan insanlar hergün belli saatlerde işlerine doğru yola çıkıyor ve akşam gene belli saatlerde (bazen daha geç) evlerine dönmek için harekete geçiyorlar. Devlet daireleri ve para ile ilgili kurumlar sadece haftaiçi çalışmayı tercih etse de nüfusun büyük bir çoğunluğu Cumartesi günleri'de çalışmaya devam ediyor. Istanbul gibi bir kentte işe gidip gelmeyi bir kenara bırakalım herhangi bir yere gidip gelmek bile ciddi bir çaba ve zaman gerektirtiriyor. Hergün bir yere ulaşmak için bizim için en değerli olan zamanımızı boşa harcıyoruz. Üstelik çoğumuz işlerini çok severek yapmıyor ve Marx'ın yabancılaşma teorisini kanıtlayan bir deneğe dönüşüyor. Çalışırken genelde her ay başı aldığımız maaşı, işimizin görece iyi bir iş olduğunu ve tatil günleri düşünerek teselli buluyoruz. Orta yaşlı olanlarımız şimdiden emeklilik hayallerine dalarak o günler için birikim yapma telaşına giriyorlar. Sahip olmamız gereken otomobile, tüketim mallarına, lüks ürünlere ve seyahatlere maddi olanak sağlamak için birileri bize para satıyor yada cebimize kredi kartı koyuyor. Çünkü normal maaşınızla bunlara sahip olmanız mümkün değil. Ne kadar acınası değil mi ? Özellikle Türkiye gibi bir ülkede doğuştan borçlu olan yurttaşlar birşeylere sahip olmaları gerektiği için her gün farklı bir borcun altına girip hayat boyu bunun vebaliyle yaşamak zordunda kalıyor.


Birileri bize kentte yaşamamız gerektiğini, birilerinin para kazanması için onlara emeğimiz sömürtmemiz gerektiğini, bu şekilde güvenli bir hayat süreceğimizi, evlenmemizi, bir şekilde ev ve araba sahibi olmamızı, belli sayıda çocuk yapmamızı, emekli olunca da prostatımız ve hemoroidimizle beraber kare bulmaca çözmemiz gerektiğini söylüyor. İşin garip kısmı milyonlarca insan buna inanıyor. Bence yüzyılın en büyük yalanının dibinde uyuyakalmışız, patronlarımız üzerlerimizi örtünce de buna şükrediyoruz. 


Kentte yaşamın olanaklarına olan erişebilirliğimizi giderek kaybediyorsak kentte yaşamanın ne anlamı var ? Bugün insanlar kentin bilmem kaç km dışına taşınıp yada kentiçi kapalı sistem bir sitede oturup kentte yaşadıklarını iddia edebiliyorlar. Hergün otomobilleriyle şehre gelip, çalışıp sonra evlerine dönüp "bugünü de kurtardık!" diyorlar. Elbette buna karşı mutlu bir azınlık evleri ile işleri arasındaki mesafeyi kısaltarak ve kentin içerisinde kalmanın bedelini ödeyerek yaşamlarını sürdürmeyi tercih ediyorlar. Kendi imkanlarıyla kentsel yaşamın olumsuz yönlerinden uzaklaşabilmek adına bunun hava parasını ödemek için kendilerini koşullandırıyorlar. Kentin düşük gelirli sınıfları ise daha az olanaklar ve fırsatlar içerisinde kent ile alakası olmayan banliyölerde yaşam mücadelesi vermeye devam ediyorlar.


Bugün tüm bunların farkında olmak kent ile ilgili düşüncelerinizin giderek ekşimesine neden oluyor. Adı kent olmayan farklı bir coğrafyada bulunmanın hayatınızda neleri değiştirebileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. 20. yüzyılın başında sanayi sektörünün ve işgücünün toplandığı yer olan kent, 21.yy başında artık hizmet sektörlerinin ve buna bağlı işgücünün merkezi haline gelmiştir. Bu hizmet sektörlerinin bir parçası olarak herkesin her gün bir parçası olduğu büyük makinanın içerisinde yer almaktansa buna alternatif olabilecek başka bir hayat tarzını düşlemek daha değerli olacaktır. İnsanın doğası gereği genel kabullerin ekseninde hareket etmek kendimizi güvende hissetmemize neden oluyor ancak bunun yanında sağlığımızı bozuyor, mutluluğumuzu ve kaynaklara olan erişebilirliğimizi kısıtlıyor. Milyonlarca insanın biriktiği bir coğrafyada hergün benzer ihtiyaçları karşılamak adına, farklı kulvarlarda, aynı yarışın içerisine girerken, (eğer doğuştan bazı şanslarımız yoksa) yaşam kalitemizi sürdürmek/arttırmak adına şansımızın giderek düştüğünü görememek imkansız.


Alper ÇAKIROĞLU

1.01.2010

009-010 Transition

Yeni yıl coşkusunu yaşadığımız ilk gün, geçen yılı düşündüğümde geleceğe umutla bakan bir yazı yazmanın ne kadar zor ve gerçekdışı olduğunu tekrar hissediyorum. 2009 her alanda Türkiye için hiç iyi geçmedi. Bir mimar olarak mesleki hayatımın son 1 yılına baktığımda kişisel kanaatim, ekonomik krizden direkt olarak etkilenmiş oradan oraya yalpalayan profesyonellerin umutsuz curcunası ve geyik muhabbetinden ibaret bir orta oyunu izledik. Geçen yıl fiziksel mekan üretimi sahnesinin her sayfasında kifayetsiz yerel otoritelerin, çılgın yatırımcıların ve kendini kaybetmiş mimarların damgası vardı. 


Serbest bir mimar olarak çalışmamın 4. senesine girerken mesleki anlamda geçirdiğim en kötü yılın 2009 olduğunu söylersem yanlış olmaz. Bunun yanında gerçekleşen uygulamaların reklamlarını gördükçe çileden çıkarken, gelecek adına da giderek ümidimizi yitirdiğimiz bir yıl oldu. Şahsım adına geçen yılın en güzel kısmı YTÜ Şehir Planlama bölümünde sürdürdüğüm doktora eğitiminde katıldığım derslerdi. 


2008'den bu yana süren ekonomik kriz 2009 senesinde de Sayın Başbakanımızı yalanlarcasına teğet geçmediğini kanıtladı. 2.Dünya Savaşından bu yana ülke ekonomisi en kötü günlerini yaşasa da hükümet başka önemli! problemlerle boğuşmaktan bunlara pek vakit ayıramadı. Büyüme oranındaki aşırı düşüş, işsizlik oranının giderek artması, dış yatırımların niteliksizleşmesi ve borçlanmanın durdurulamayan yükselişi son 7 senede giderek kırılganlaştırılan Türkiye ekonomisine yeni darbeler indirdi. Sene boyunca gündemi meşgul eden hükümet-ordu ilişkisi, darbe iddiaları ve Kürt sorunu gene hiçbir sonuca ulaşamadı. Bahçeşehir Üniversitesinin yaptığı araştırma Kürtlerin büyük bir çoğunluğunun problemin ekonomik olduğunu düşündüğünü kanıtlasa da bazı aydınlarımız problemi daha fazla çözümsüz hale getirmek için ellerinden geleni yaptılar. Ordu ile ilgili bazı basın organlarının ortaya attığı iddialar ve belgeler daha sonra asılsız oldukları ortaya çıksa da her suçlamanın kanıtı olarak gösterilmeye devam edildiler. Darbe yapacakları iddiasıyla ve derin devleti oluşturdukları suçlamasıyla hapse atılan ve davaya konu olan asker, politikacı, yazar ve yurttaşlar 2009 senesinin en önemli başlığıydı. Halen gündemde olan bu konuların hangi yöntemlerle çözülmeye çalışıldığını bugün izlemeye devam ediyoruz. Gelecekte bu günleri hangi cümlelerle betimleyeceğimiz merak konusu...


Tüm bu siyasi ve ekonomik gerilimin ortasında mimarlık mesleğinin başına neler geldiğini anlatmak çok önemsiz gözüküyor aslında... Ancak bu gergin ve bulanık tabloyu tamamlayan birçok öğeyi kendi meslek dünyamız içerisinde görmemiz mümkün oldu. 


2009 senesinde mevcut hükümetin görev süresi boyunca süregelen birçok imar hareketi ve yapılaşma hamlesi gerçekleştirildi, başlatıldı ya da karara bağlandı. Bunun yanında fiziksel mekan üretimini etkileyen birçok yeni fikir ortaya atıldı ve tartışıldı. Bunlardan bazıları tartışmalara ve bilimsel muhalefete rağmen yürürlüğe sokuldu. Anlaşılan o ki 2009'da da değişen pek birşey olmadı. Krizden etkilenen bazı yatırımcılar sahneden çekilse de yerlerine başkaları geldi ve oyun devam etti. 


İstanbul kapsamında yapılanların hangi birini burada örnek olarak yazmalıyız açıkçası bilmiyorum. Herhalde kentsel anlamda İstanbul üzerine yürütülen politikaların neredeyse hepsi şiddetli tartışmalara sebep olmuştur/oluyor/olacaktır. Bir yanda İBB, bir yanda TMMOB, bir yanda kentliler, bir yanda yatırımcılar... Herkes farklı bir amacın peşinde koşarken kimi sessiz ama derinden, kimi Machiavelli, kimi Don Kişot... 


İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı bir mimarın eline geçtiğinde belki de en çok üzülenlerden biri olmuştum. Geçen zaman gösterdi ki bu üzüntüm çokta haksız değilmiş. Zaten senelerdir zarar eden dünyanın en önemli şirketlerinin birinin başına dr. muhallebici mimar birinin gelmesi problemlere bir yenisini daha eklemiştir. Bugün itibariyle bakıldığında niceliksel verilerde göstermektedir ki İBB'nin tüm gelirleri önümüzdeki 10 yıl ipotek altındadır. 2009 senesinde bunu değiştirmek adına çok büyük bir adım atıldığını söylemek abesle iştigal olacaktır. İstanbul kentinin ekonomik yönetimi ülkenin ekonomisini yöneten zihniyetten pek geri kalmamıştır. İstanbul ekonomik anlamda bu bedeli öderken mekansal anlamda da halen çözülmeyen kentsel problemler ile yüzyüzedir. Kentin belini büken ulaşım probleminin çözümü için sürekli yeni yollar, geçitler, tüneller ve köprüler yapan belediye problemin giderek artan kent nüfusu ve işlevsel dağılımdaki aşırı yığılmalardan kaynaklanabileceğini hala düşünememiştir. İstanbul'un bazı bölgelerindeki yapılaşma anlayışı sadece konut, ofis ve avm inşa etmek olarak anlaşılan "kentsel dönüşüm" kavramı ile sürdürülmektedir. Başbakanlığa bağlı çalışan TOKİ adlı alameti kendinden menkul örgüt İstanbul'un her noktasındaki değerli yapı ve arazilerin geleceğini yönetir bir yetki ile donatılmıştır. Bunun yanında şehrin merkezlerinde ünlü mimarlar tarafından tasarlanan ve uluslararası yatırımcılar tarafından gerçekleştirilen küreselleşme sembolleri kentin yeni kimliğinin arkaplanına yerleştirilmektedir. Kısacası konu İstanbulsa tartışacak çok konu vardır ve bu tartışmalar 2009'da da son bulmamış tam tersine şiddetini arttırmıştır. İstanbul rantın merkezindeki yükselen duruşunu sürdürmüştür. Meslek odaları ve bilimadamları bu sürece karşı olan duruşlarını her defasında dile getirirken zaman zaman konuyu yargıya da taşımayı ihmal etmemişlerdir. 


2009'da tüm bu tartışmaların ve ekonomik krizin gölgesinde, son yıllarda şaha kaldırılmış olan inşaat sektörünün bazı aktörlerinin yara aldığını gördük. İnşaat ile ilgili sektörler hedef küçülttü, kendisi küçüldü, mecra değiştirdi, iflas etti ya da nefesini tutmaya devam etti. Bazıları dedi ki "2010 gelsin herşey düzelecek!" Bazı gerizekalılar buna inandı. Çünkü onlara göre tarih yazan yerde yıl sayısı değişince ekonomi ve gündem farklılaşabiliyordu... Bu kişilerin düşünceleri bugün bizim yazımızın konusu değil. Bazı şirketler ise tam tersine kriz ortamında pek yara almadan devam ettiler. Onlar iyi köşeleri tutmuşlardı ve hizmet verdikleri yatırımcıların paraları daha bitmemişti. Onları kıskanmıyoruz, onlar bize mimarlık sektörünün ticari bir iş olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Bir kez daha hatırlıyoruz ki mimarlık lüks bir iştir. Bu işi yapan zenginin yanında durmalıdır. Bu zenginliğin kaynağı kişi olabilir, şirket olabilir, kurum olabilir, devlet olabilir. Örnek olarak bir belediye başkanıyla kanka olursanız krizi çok yara almadan atlatabilirsiniz. 


2009 senesinde bir kez daha ülkemizde planlamaların siyaset odaklı yapıldığını ve bilimsel araştırmaların, birikimin pratikte yetkililerin yüzünde "Sizde haklısınız hocam!" dercesine hoş bir tebessüm buraktığını gördük. Yine atelyeler yapıldı, seminerler verildi, bilim insaları konuştu, herkes dinledi... Politika yapıcılar gene bildiğini okudu, kamusal projeler birilerine ikram edildi, rantı körükleyen yönetmelik maddeleri onaylandı, sel bastı, insanlar öldü, trafik sıkıştı, insanlar gene işlerine gecikti... 
Geçen sen bize gösterdi ki gelecek seneye umutla bakabilmek için içine girdiğimiz tünelin ucunda biraz ışık görmemiz gerekiyor ama henüz o ışığın bir fotonunu dahi göremedik. Her geçen gün başka bir suistimale ve akıldışı projeye alet olurken, üstüne üstlük uğruna gece gündüz çalıştığımız mimarlık mesleğine de hakaret edildi. "Onu bende çizerim!", "Bu teklif çok!", "Hemen lazım!", "Bizde daha çok proje var!"... Bunlar bir tek bizim başımıza gelmiş olsa şanssızlığımızı ve belki de mesleki anlamda yetersizliğimizi kabul edip çorap satmaya başlayabiliriz ancak özellikle genç mimarların ve farklı statüdeki ofislerin ifadelerine baktığımızda çok farklı anılarla karşılaşmıyoruz. 


Başka bir mimarlık mümkün mü diye sormadan edemiyoruz öte yandan yaşananların vermiş olduğu ağır karamsarlık bize meslek içi başka faaliyetlere yönelme eğilimi veriyor. Gözüken o ki kendi kaynaklarınızla yöneteceğiniz bir üretim modeli özgün fikirlerinizi yansıtmanız ve gerçekleştirmeniz için en ideal yöntem. 2010 senesinden bizim tek beklentimiz üzerinde daha fazla zaman harcanmış fikirlerin daha çok gündeme gelmesi ve insanlara gelecek adına biraz umut vermesi. 


Alper ÇAKIROĞLU

23.12.2009

Kadıköy Konut Tipolojisi Üzerine

İstanbul kentinde Anadolu yakasının popülerlik kazanmaya başlamasında 1973 sonrası bir tesadüf değildir. Boğaziçi Köprüsünün açılması ve iki yaka arasında ulaşımın kolaylık kazanmasıyla beraber özellikle Kadıköy ilçesinde inşa edilmeye başlanan apartman tipi konutlarda yaşamak zaman içerisinde popülerlik kazanmış hatta bir statü göstergesi haline gelmiştir. Böylece 20.yy başlarında bir sayfiye alanı olarak görülen Kadıköy bölgesinde yer alan köşk, konak ve benzer müstakil konutlar yerlerini inşaat teknolojisinin gelişmesiyle giderek yükselen çok katlı yapılara bıkrakmıştır. Bu bağlamda bölgede gerçekleşen bu yapısal dönüşümü tetiklemesi açısından 80 sonrası imar düzenlemelerini de göz ardı edemeyiz. 


Kadıköy bölgesinde son 30 senede gerçekleşen bu yapısal farklılaşmanın mimari açıdan en can alıcı kısmı apartman tipi konutların büyük bir çoğunluğunun benzer biçimler içermesidir. Belki bugün bazı projelerin fark yaratmak amacıyla değişik tasarımlara yöneldiğini söyleyebiliriz ancak oldukça uzun süredir üretimi tekrarlanan konut tiplerinin mevcut morfolojiyi homojen ve tekdüze bir hale soktuğunu eklemeliyiz. 


Kadıköy'deki konut üretiminin yakın tarihini tartışmaya açtığımızda bu olguya angaje olmuş aktörlerin oluşturduğu gayriresmi jargonu ve kabulleri açığa vurmamız gerekmektedir. Bunun yanında mimari tasarımın yerel yönetimler tarafından belirlenen yapılaşma kurallarının etkisiyle ne gibi kalıplara sokulduğunu da görmeliyiz. 


Kadıköy'deki birçok gayrimenkul için geçerli olan konut sunum modeli kısaca "Kat Karşılığı" olarak adlandırılan müteahhit merkezli üretim biçimidir. Buna göre müteahhit, arazi sahibine/sahiplerine üstleneceği inşaat işinin sonucunda ortaya çıkacak artı değerin paylaşımı üzerine bir teklif sunar. Kadıköy'ün yakın dönem "modern" konut üretim tarihi malsahipleri ve çoğunlukla Karadenizli olan müteahhitlerin müzakerelerinin yansımalarını içerir. Basit bir ticari ilişkiyi tanımlıyor gibi gözükse de bu süreçler birçok farklı anlayış tarzını içinde barındırır. Konuyu basit ancak genel bir örnekle açıklamak daha sağıklı olacaktır. 


Kadıköy'de E-5 ve Sahil Yolu arasında kalan bölgede bir arsa hayal edelim ve bu arsanın üzerinde 25 sene önce yapılmış 8 daireli bir apartman bloğu olduğunu varsayalım. (Deprem olasılığının da etkisiyle bu bölgede eski konutların yenilenmesine yönelik ayrı bir ilgi olduğunu da hatırlatmak gerekiyor.) Dairelerin herbiri ortak alanlar ile beraber 100m2 ve farklı malsahiplerine ait, arazinin büyüklüğü ise 600 m2 olsun. Mevcut imar yönetmeliğine göre bu arsada inşa edilebilecek inşaat alanına baktığımızda binanın toplam alanından daha büyük olduğunu göreceğiz. Bu bölgedeki "emsal" 2.07'dir. Buna göre 600x2.07=1242 m2 inşaat alanımız olacaktır. Oysa bizim arsadaki mevcut bina 800 m2... Bu demek oluyor ki buradaki bina yıkılarak yerine yeni bir bina yapılırsa 442 m2 artı satılabilir alan ortaya çıkabilecektir. Müteahhit eski binayı yıkıp yeni bir bina yapma taahhütü karşılığında bu satılabilir alana (bazen daha azına) talip olur. Bu örnekle beraber karşımıza yavaş yavaş çıkacak olan bir takım farklı terimlerin kokusunu almaya başlıyoruz. 


Emsal : Kat Alanı Kat Sayısı (KAKS) olarakta adlandırılan binanın kullanılabilir/satılabilir alanlarını içeren alan miktarının katsayısıdır. Arsa büyüklüğü ile çarpıldığında kullanılabilir alanlar ortaya çıkar."Emsal" İstanbul'un belli bölgelerinde (bazı bölgelerde bina alanı yükseklik ile sınırlandırılır) inşaat sektörünün en popüler terimidir. Bir tasarıma başlamadan önce sorulan ilk sorudur. Emsal kaç ? Emsal bütün inşaat alanını kapsamaz. Şaftlar (tesisat, asansör) yangın kaçışları, iskan edilmeyen bodrum katlar, aydınlıklar, çatı araları, (herhangi bir bağımsız bölüme dahil olmayan) kat bahçeleri, tesisat balkonları (klima için) vb. bölümler emsale girmez. Emsal 2.07 ise "h" serbesttir yani bina yüksekliğini inşaat teknolojilerinin elverdiği sınırlara kadar taşıyabilirsiniz. 


TAKS : Taban Alanı Kat Sayısıdır. Arazi boyutu ile çarpıldığında yapının oturum alan miktarını verir. Kadıköy bölgesinde %25 ve max. %35 olarak geçer. Buna göre arazinin %35'ine oturan bir binanın kat alanlarını bu miktarı geçemez. Yani binanın normal katlarında "çıkma" yapılamaz.


Çıkma : Normal katlarda binanın oturum sınırlarının ötesine geçmemizi sağlayan teknolojidir. Çıkma boyutları İstanbul İmar Yönetmeliğine göre bina kat sayısı arttıkça düşer. Örneğin zemin+4 katlı bir binada 1.50 m çıkma yapabiliyorken zemin+9 katlı bir konutta 1 m çıkma yapabilirsiniz. Çıkmalar kapalı ve açık olarak ikiye ayrılır. Açık çıkma gündelik hayatta "balkon" diye çağırdığımız teras yarısıdır.


Balkon : Konuta taşınılmadan önce plastik veya alüminyum doğramalar ile kapatılarak evin alanına katılan yapı öğesidir. Buna göre balkon ve konut arasındaki duvarlar yıkılır ve bütünleşme sağlanır. Balkonlar bir dönem emsale dahil değildi. O dönem yapılan binalarda balkonların futbol sahası genişliğinde yapıldığını görmekteyiz. Zamanla suistimale uğradığından dolayı daha sonraları balkonlarda emsale dahil edilmiştir. Menşei "fransız" olan balkonlar emsale dahil değildir. 


Fransız Balkon : Cephede yere kadar inen geçirgen yüzeylerin önünde oluşturulan yönetmeliğe göre max. genişliği 15 cm olabilen ufak çıkmalardır. Yaklaşık son 10 yıldır İstanbul'da çok popülerdir. "Resmi proje" üzerinde 15 cm olan birçok fransız balkon uygulama esnasında büyüyerek bazen normal bir balkon boyutlarına ulaşabilmektedir. 


Resmi Proje : Binanın vaziyet planını, kanal projesini, kat planlarını, en az iki kesidini ve cepheleri içeren, muhtelif alan hesaplarının bulunduğu projedir. Bu proje sırasıyla Mimarlar Odası, İSKİ, Sivil Savunma, İtfaiye ve Belediye'den onay aldıktan sonra Tapu İdaresine gönderilir. Bu proje inşa edilmesi öngörülen binanın ruhsatının ekinde yeralır ve gerçekleşecek olanı yansıtır. Ülkemizdeki genel kanı, resmi proje yada ruhsat projesinin "iskan" alınana kadar geçerli olduğudur. Buna göre iskan alındıktan sonra uygulama sürdürülebilir ve binada özgür müdahaleler yapılabilir. 


İskan : Konutlarda, inşa edilen yapının yaşanabilirliğinin onaylanmasıdır. İskan alma süreci belli kriterlere dayanır. Yapının ruhsat ekinde yer alan projeye uygun olarak yapılıp yapılmadığı kontrol edilir. Anlaşıldığı üzere iskan verildikten sonra yapı üzerinde değişiklik yaparak daha fazla kar yada artı değer yaratmak bir gelenek haline gelmiştir. Müteahhitlik camiasında buna "kazanmak" denir. İşte o unutulmaz replikler:


- Yangın merdiveni SAS odasını daha sonra biz yatak odasına dahil ederiz. Ordan bir giyinme odası kazanırız.
- O fransız balkonu biraz daha geniş yaparız biz uygulamada ordan bir balkon kazanırız.
- İskandan sonra çatıyı açıp genişletiriz, ordan bir teras yaparız. 
- Malsahiplerinin dairelerinden biraz alalım üst katlara verelim.
- Saçağı yüksek yapalım ordan bir 60 cm kazanırız. 
- Ortadaki aydınlığı iptal edelim oraya döşeme atarız.
...


Kadıköy'de yapılaşma kuralları yakın tarih içerisinde bu tip suistimallerin etkisiyle de giderek daralmıştır. Bu daralma ile beraber konut tipleri tekdüzeleşerek aynı biçimsel kalıbın içerisine girmiştir. Konut tipi ve binaların biçimleri neredeyse aynıdır. Kadıköy tipi konutun beynimizdeki yansıması antre, salon, mutfak ve arkaya uzanan koridorun perspektifinde dizilmiş kapılardır. Bu ev tipi sadece Kadıköy ilçesinde değil sanki her derde deva evrensel bir yaşam çözümüymüş gibi farklı şehilerde ve bölgelerde de bulunmaktadır. Bu noktada bu tasarımın üstün bir düşünsel arkaplanının olmadığı, kolaycılıktan ve hızlı üretimden dolayı sürekli tekrarlandığı açıktır. Sokak dokularına baktığımızda, bu tip apartman konutlar, birbirinden güzel cephe kaplamalarıyla, çatılarından fışkıran kaçak teras katlarıyla, işlevsiz fransız balkonlarıyla karşımıza dikilmektedirler. Şimdi o eski konakların herbirinin bahçesinde çok katlı, vahşi bir konut bloğu vardır ağzından dolarlar saçan. 


Tüm bunlarının yanında bugün Kadıköy'de ve benzeri bölgelerdeki mimarlık hizmetinin tek ölçütü en başta bahsettiğimiz "emsal" değeridir. Müteahhitin proje hizmeti almak üzere anlaştığı mimar emsali sonuna kadar kullanmak zorundadır. Bunun yanında imar yönetmeliğindeki boşlukları kullanarak ve proje içerisinde suistimale açık durumlar yaratarak müteahhitin haksız kazanç elde etmesine yardımcı olmalıdır. Mimarın bu konulardaki yetenekleri kendisinin kalitesinin belirlenmesinde kullanılan kriterlerdir. 

17.12.2009

Draft Architects on Web

Dch Mimarlık web sitesi uzun süren çalışmalardan sonra yayına başladı. Hala bir takım eksikler var ama bunların tamamlanmasını zamana bırakmaya karar verdik. Lakin herkes web siteniz nerede, neden yok diye sormaktaydı. http://www.dchmimarlik.com 

3.12.2009

Ekonomik Açılım

Darbeci avı, etnik kimlik sorunları, rejim eleştrileri ve demokratik açılım tartışmaları sürerken, mevcut hükümetin iktisadi politiklarının ve etkisini çölün vahası Dubai'ye kadar kaydıran küresel ekonomik krizin sonuçlarının medyada yeterince gündeme getirilmediği  görülmektedir. Oysa hükümetin  2002'den bu yana yürüttüğü politikalarının olası bir krize karşı ülke ekonomisini aşırı kırılgan hale getirdiğini yakın tarihe ait niceliksel birkaç değerlendirme yaptığımızda rahatlıkla görebiliyoruz. Bunun yanında küresel krizin yarattığı ekonomik durumun olumsuz etkilerini artık gündelik hayatta da hissedildiği de bir gerçektir.  Ekonomik alandaki bu istikrarsızlık, politik başarısızlık birçok tecrübeli siyaset ve bilimadamı tarafından dillendirilse de popüler medyanın ajandası bu gibi problemlerden uzak kalmaktadır. 


Sosyal ve ekonomik açıdan ülkenin geleceğini etkileyecek birçok uygulama hayata geçirilirken, bu konuları tartışmak yerine, toplumsal barışı giderek tehlikeye sokan rejim aleyhtarlığını körükleyerek, sözde demokrasi cengaverliği yaparak, gündemi hergün başka bir dipsiz kuyunun içerisine sokmak çok makul gözükmemektedir. Gündemde olan sosyal problemlerin tümünün aciliyeti ve - toplumun her kademesini dikkate alınarak-  çözülmesinin gerektiği bir gerçektir. Ancak bugün bu çözümü arayanların takınmış olduğu tutum giderek daha keskin bir hal almakta, kullanmış oldukları yöntem ise giderek daha karmaşık bir çözümsüzlüğe doğru düğümlenmektedir. 


Bahsedilen ekonomik problemlere geri dönersek bu konuda bir siyasetçinin ve önemli bir akademisyenin değerlendirmelerine bakmakta fayda var. Geçmişte Devlet Planlama Teşkilatının farklı kademelerinde görev almış, şu anda ana muhalefet partisinden milletvekili olan İlhan Kesici, 27.11.2009 tarihinde Yeniçağ gazetesine vermiş olduğu röportajda mevcut ekonomik durumla alakalı şu değerlendirmeleri yapıyor:



Soru: Ekonomik krizden kim ne kadar etkilendi?
İşte Rakamlar:
a)Bütün dünya ortalama olarak yüzde 1.1 küçüldü.
b) Krizin anavatanı ABD yüzde 2.7 küçüldü.
c) Türkiye hariç gelişmekte olan ülkeler ortalama yüzde 1.7 büyüdü.
d) Hindistan yüzde 5.4 büyüdü.
e) Çin yüzde 9 büyüdü.
f) Ve Türkiye yüzde 6.5 küçüldü.

80 yıl ve AKP dönemi kıyası:

Soru: Cumhuriyet'ten bugüne dönemler itibarı ile büyüme oranları ne kadardır?
Rakamlar:
a) 1923-1929 arası büyüme artı yüzde 10.3
b) 1923-1938 büyüme ortalaması yüzde 7.4
c) 1950-56 büyüme artı yüzde 7.2
d) 1966-70 arası büyüme yüzde 6.3
e) 1983-89 arası büyüme yüzde 5.1
f) 1923-2002 arası 80 yılın ortalaması büyüme yüzde 4.6
g) 2003-2009 yani AKP hükümetleri ortalaması büyüme yüzde 4.0

Ki görüldüğü gibi bu oran 86 yıllık Cumhuriyet tarihimizin en düşüğüdür.

Soru: Türkiye'nin ülke borcu ne kadar?

Rakamlar:

a) 2003 yılında 214 milyar dolar.
b) 2009 yılında 521 milyar dolar.

Devlet borcu ikiye katlandı:

Soru: Özel sektör harici Türkiye'nin devlet borcu ne kadar?
Rakamlar:


  1. 2003'de toplam borç 148 milyar dolar.
    2003'de iç borç 91 milyar dolar.
    2003'de dış borç 57 milyar dolar.
  2. b) 2009'da toplam devlet borcu 285 milyar dolar.
    2009'da toplam iç borç 212 milyar dolar.
    2009'da toplam dış borç 73 milyar dolar.
Faize bak faize!
Soru: 2003-2008 arası ödenen faiz miktarı ne kadar?
Rakam: 225 milyar dolardır.

225 milyar dolarla 60 tane Atatürk barajı olur.
412 tane Boğaz köprüsü olur.
4 milyon 500 bin adet 90 metrekarelik daire olur.

Soru: Yatırım oranları ne kadardır?

Rakam: Toplam bütçenin yüzde 6.5’i yatırıma ayrılmıştır...
Kamu yatırımları ise GSMH'nin yüzde 4.0'ü..

Teğet geçmedi, can evinden vurdu

Soru: özelleştirmede miktar ne kadardır?
Rakam:

Toplam 30 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştır, lakin satılan bu kamu işletmelerinin yenisini yapmak için gereken para 110 milyar dolardır.
Görüldüğü gibi özelleştirme adıyla millete ait işletmeler haraç-mezat birilerine peşkeş çekilmiştir ki bunun en bariz örneği Telekom'dur.

Telekom’un yüzde 55’lik hissesi yıllık 1.3 milyar dolar taksitle 6.5 milyar dolara satılmıştır ki bu kurumun sadece geçen yılki kârı 1.5 milyar dolar olmuştur.

Sonuç: Bu tabloyu sunduktan sonra söylenecek tek bir şey vardır..

Kriz teğet geçmemiş, Türkiye'yi can evinden vurmuştur.. 



Bu konu hakkında bilgisine başvurma gereksinimi duyduğumuz diğer isim ise ülkemizin yetiştirdiği en önemli akademisyenlerden Prof. Dr. Korkut Boratav. Kendisinin 13.09.2009 tarihinde sol.org.tr'de yayınlanan yazısına göre:


Üç gün önce TÜİK, Nisan-Haziran 2009’un milli gelir taminlerini yayımladı. Bunalımın makro-ekonomik bilançosu, böylece ortaya çıkmaya başladı.

2009 ve 2008’in Ocak-Haziran ayları için ana harcama kalemleri itibariyle hesaplanan milli gelir verilerini, aşağıdaki tablo aracılığıyla karşılaştıralım. “Harcamalara göre milli gelir”, özel tüketim, devlet tüketimi (cari devlet harcamaları), yatırım ve ihracat kalemleri toplamından ithalat çıkarılarak tahmin edilir. Tablodaki gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) da böyle hesaplanmaktadır.

Tablonun son sütunundaki dış kaynak hareketleri ise, milli gelirin seyrini belirleyen en önemli dışsal etkeni ortaya koymaktadır.

2008-2009 Ocak-Haziran Milli Gelir (Milyon TL) ve Net Dış Kaynak, (Milyon $)
Özel tüketim Devlet tüketimi Yatırım İhracat İthalat GSYİH Net dış kaynak
2008 34957 4717 12571 12609 15091 49762 28052
2009 32953 4844 6615 11267 11183 44496 2296
2009-2008 -2004 127 -5956 -1342 -3908 -5266 -25756
% Değişim -5.7 2.7 -47,4 -10.6 -25.9 -10,6 -91,8

***
Görülüyor ki, 2009’un ilk altı ayında kamu harcamaları dışında tüm öğeler düşmekte; milli gelir de yüzde 10.6 oranında küçülmektedir. Küçülme rekoru yatırımlardadır; yüzde 50’ye yaklaşan bir gerileme söz konusudur. 2001 krizinde de sermaye birikimi hızla düşmüş; bu gerilemenin telâfisi uzun zaman almıştı. Yatırımlar, sabit sermaye birikimi ile stok hareketlerinin toplamından oluşur. Sadece sabit sermaye birikiminin milli gelir içindeki payı, Nisan-Haziran 2009’da (cari fiyatlarla) yüzde 17.5’tir. Bu oran on iki ay öncesinde yüzde 21.2 idi. Ekonominin gelecekteki dinamizmini sermaye birikimi belirler. Bu bunalımın da Türkiye ekonomisinin ileriki yıllardaki büyüme potansiyeline ağır darbeler vurmakta olduğu anlaşılmaktadır.

Dış ticarete gelelim. Mal ve hizmet ithalatı ihracattan daha hızlı bir tempoyla daralmış; hatta 2008’deki dış ticaret açığı, bu yılın ilk altı ayında küçük boyutlu bir fazlaya dönüşmüştür. Bu durum küçülmeyi frenlemiştir. Zira, ithalat artışları, iç talebi yurt dışına kaydırır; ülke dışı üretimi ve istihdamı destekler; ithalata rakip olan yerli üretim kollarını daraltır. İthalat daha az düşseydi; örneğin ihracatla aynı oranda gerileseydi, milli gelirin küçülme hızı yüzde 15’e ulaşacaktı.

Ekonomiyi “inişe geçiren” temel öğelerden biri olan “net dış kaynak” hareketlerine de bakalım. Burada, kayıtlı-kayıt dışı, yabancı-yerli tüm sermaye hareketlerinin net toplamını alıyoruz. Görüldüğü gibi, 2008’in ilk altı ayında net sermaye hareketlerindeki 28.1 milyar dolarlık giriş, bir yıl sonra 2.3 milyar dolara inmiş; böylece dış kaynak girişinin yüzde 92’si buharlaşmıştır. Bu durum, ekonomiye sert bir dış şok taşımış; bu köşede daha önce tartışılan nedenlerle bunalıma gidişi tetiklemiştir.

***
Yukarıdaki verileri üç ay geriye, yani bunalımın başladığı Ekim 2008’e taşıyalım ve sonraki dokuz aylık milli gelir hareketlerine bakalım. Görülecektir ki, dokuz aylık bunalım içinde (Ekim 2008-Haziran 2009), Türkiye ekonomisi on iki ay öncesine göre yüzde 9.2 oranında küçülmüştür.

Bütün nicel göstergeler, Türkiye ekonomisinin aşağı-yukarı on iki aylık bir küçülme sürecinden geçmekte olduğunu ortaya koyuyor. Ekim’e geldiğimizde büyük bir olasılıkla büyümeye ilişkin göstergeler 2008’deki düzeylere ulaşacaktır. Ancak, Temmuz-Eylül’de hızlı bir toparlanma umanlar, galiba hayal kırıklığına uğrayacaklar. Kısaca açıklayayım:

* 2009’un ilk altı ayındaki gevşek maliye politikaları, Haziran sonrasında vergilere yüklenilerek terkedildi. İç talebin böylece baskı altına alınması, canlanmayı frenlemektedir.

* Sanayi üretimi Temmuzda sadece yüzde 1 artmış; kapasite kullanımı ise Ağustos’ta düşmüştür. Şubat’ı izleyen dört ayda toparlanmaya başlayan sanayi üretimi, artık durgunlaşmaktadır. Sanayi genellikle milli gelir hareketlerini peşinden sürükler. Öyle anlaşılıyor ki bir önceki yılın aynı dönemiyle karşılaştırılarak belirlenen “küçülme” süreci Eylül 2009 sonuna kadar sürecektir.

* Temmuz 2009’da net dış kaynak girişi (765 milyon dolar), on iki ay öncesine göre yüzde 82 düşmüştür. Ekim-Haziran arasında ekonominin döviz bilançosunu bir can simidi olarak destekleyen kayıt-dışı sermaye girişleri Temmuz’da net çıkışa dönüşmüştür. Sermaye hareketlerindeki daralma devam etmekte ve iç talebi aşağıya çekmektedir.

***

Eylül sonuna geldiğimizde, bunalımın on iki aylık makro-ekonomik bilançosunun yüzde 9 civarında bir küçülme olarak belirlenmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Kısacası, ekonomi 2001’den daha ağır bir bunalımdan geçmektedir.

Ne bunalımı? Siyasetin ve büyük medyanın gündeminde bunalım değil, yapay “açılma” tartışmaları vardır.

Zira, başbakan “bunalım” olgusunu gündemden silme becerisini göstermiş; ötekiler de ayak uydurmuşlardır.



Her iki değerlendimede de kaynak olarak TÜİK verileri alınmıştır. Yani devletin kendi resmi rakamları üzerinde yorum yapılmaktadır. Manipüle edemeyeceğimiz bu niceliksel veriler üzerinden yapılan değerlendirmeler de doğal olarak birbirine paraleldir. Peki bu veriler ortadayken neden bazıları sanki bu değerlerden hiç haberi yokmuş gibi konuşuyor ve hareket ediyor ? Ulusal medya neden bu rakamları görmezden gelerek asparagas ekonomi haberleriyle gündemi geçiştiriyor ? Herşey ortadayken hangi kriz kime teğet geçti ? Tüm bunları gördükten sonra borsa çıktı, dolar düştü, emlak piyasası düzeldi, krizin etkisi geçti vb. cümleler kurabilen bir vatandaşla mantıklı bir diyalog kurmamız mümkün mü ? Bu değerler açıkça geleceğimizin ipotek altında olduğunu göstermektedir. Bu duruma karşı acil olarak alınması gereken önlemleri tartışmamız gerekirken, başka sulara açılıyoruz. Yüzme biliyorsan açılmaktan korkma dedi birisi ancak okyanusta henüz tahmin edemediğimiz ve üstüne üstlük sadece yüzme bilgimizle bertaraf edemeyeceğimiz birçok tehlike var.


Alper ÇAKIROĞLU

1.12.2009

"Vicdanım Geldi"

( ÖNEMLİ NOT: Bu blog'un ilişkilendiği konu başlıklarını sıralarken "politika" yazmamın nedeni küresel politikalar ve kentleşme-politika ilişkisi ile ilgili yazmayı düşündüğüm eleştrilerdi. Ancak ülkemizde olup bitenler o kadar kritik bir noktaya geldi ki artık kendimi tutamayarak ulusal politik gündemi de dolaylı yoldan etkileyen bir yazı yazmak istedim. )


"Sakallarına ak düşmüş tecrübeli yazar, yakışıklı ama bir o kadar eşcinsel fotoğrafçıya poz vermek için,  bordo endoplasmik-retikulum desenli bir koltuğun kolçağına yaslanıp bacak bacak üzerine atmış, gözlerini yere doğru ittirirken, bir kolunu özgürce geriye savurmuş, bir eli ile çenesini yakalamış,  suratına da sanki bir düşüncenin arifesindeymiş gibi bir ifade vermişti. Kelliğin genetik açıdan babadan oğula doğrudan geçmediğini kanıtlarcasına keldi ve dudaklarını gizleyen surat kıllarının gerisinde sanki o geçmiş cüretkar zaferlerini kutlayan mütevazi bir tebessüm gizliydi. Kendisi gibi yazar olan babası ile arasında varolan o adı konulmamış rekabetin sonucunda tatmış olduğu yenilginin burukluğunu üzerinden atmış gözükse de, kurduğu cümlelerin kıç kısmından akan beyhude edebi kaygıları hissetmemek mümkün değildi. Ustalıkla inşa edilmiş cümlelerin her biri, mektup arkadaşımızın yaşadığı o hayal ülkesinin rengarenk manzarasına gönderme yaparken, kendisini tekrar etmekten çekinmeden "vicdan" diye bir müesseseden bahsediyordu. "



Bu sene Leipzig Özgürlük Ödülünü ülkemizden bir yazar aldı. Bu konu medyada çok fazla yer almasa da yayın yönetmeni olduğu gazetenin internet sitesinin anasayfasından haftalardır inmiyor. Peki nedir bu Leipzig Özgürlük Ödülü ? 


İlk önce ödüle ev sahipliği eden Leipzig kenti ve Almanya'daki konumu ile alakalı kısa bir bilgi vermek isterim. Leipzig, daha önce Doğu Almanya topraklarında yer alan Saksonya Eyaletinde bulunuyor. Bu bakımdan bu eyaletinde doğuda olduğuna şaşırmamak gerek. Eyaletin en enteresan özelliği farklı siyasi fikirleri içerisinde barındırması. CDU bu bölgenin oylarının yarısına sahipten sol görüşlü partilerinde azımsanmayacak bir potansiyele sahip olduğunu söylemek gerek. En dikkat çekici özellik ise eyaletin bir yandan da NPD nin yani milliyetçi demokratların kalesi olarak görülmesi. Ülke çapında aldığı oy yüzdesi düşük olan bu parti bu bölgede bir dönem %10 lara kadar yükselmiş. Tüm bunların sonucunda bu eyaletin politik anlamda kafası karışık bir bölge olduğu kesinleşmektedir. 


Leipzig Medya Ödülü ise, Sparkase Leipzig bankasının oluşturduğu vakfın sponsorluğunda 2001 senesinden beri verilen ve ifade özgülrüğüne katkı sağlamış, hatta hayatlarını riske etmiş yazar ve araştırmacılara verilen bir ödül. Bu sene bu ödülü biri ülkemizden olmak üzere üç kişi paylaştı. Bu yazarlar İtalyan Roberto Saviano ve Hırvat Duşan Milyus'dur. Roberto Saviano genç bir İtalyan yazardır ve İtalyan mafyası ile kapsamlı araştırmalarıyla tanınmaktadır. 2008 senesinde mafya tarafından kendisine yönelik bir suikast girişimi planlanmıştır. Bu açığa çıktıktan sonra Saviano ülkeyi terkedeceğini söylemiştir. Milyus ise Hırvatistan'daki yasadışı ilişkiler ile ilgili haberler yapan bir gazetenin editörüdür. 2008 yılında evinin dışında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından beyzbol sopalarıyla dövülmüş kolu kırılmış beyin sarsıntısı geçirmiştir. 


Ülkemizden bu ödüle layık görülen yazarımız ise hükümete yandaş kabul edilen "liberal " görüşlü günlük bir gazetenin yayın yönetmenidir. Ödülü almasına sebep olan özellikleri sıralanırken, daha önce çalışmış olduğu gazetede yazmış olduğu yazıdan ötürü yargılanması ve şu an yönettiği gazetenin ordu ile alakalı yapmış olduğu bir haber gösterilmektedir. Yargılanması neden olan bu yazıda yazar Türkiye'nin tarihini tekrar kurgulayarak Türk kimliği ile Kürt kimliğinin yerlerini değiştirmiş ve kendince bir empati oluşturmaya çabalamıştır. Yazının hiçbir tarihsel gerçekle bağdaşmadığı ve kendi içerisinde de çelişkilerle dolu olmasının dışında, bence Türklüğe hakaret etme suçundan yargılanacak kadar zeka barındırmamaktadır. Türkiye'de Kürt sorununun çözülmesi bir yana, anlaşılması adına da pek birşey söylememektedir. 


Kendi gazetesinde Türk Silahlı Kuvvetleri ile yapmış olduğu habere baktığımızda ise, bu habere kaynak olan belge ve görüntülerin tamamen gerçekdışı olduğu, söz konusu video görüntülerinin olay tarihine ait olmadığı ispatlanmıştır. Bu gazetenin TSK ve muhtelif kurumlar aleyhine ortaya çıkardığını iddia ettiği birçok belgenin de gerçekliği ispat edilememiş, itham olarak kalmıştır. Halk arasında "çamur at izi kalsın" denilen durumdan bir adım öteye geçememiştir. Bu gazetenin siyasi duruşu, ülkemizdeki cemaat yapısı ile olan ilişkisi ve birçok tartışmalı oluşuma imza atan, çoğunlukçu demokrasi anlayışına sahip hükümet ile olan fikri paralelliği ciddi tartışmalara neden olmaktadır. 


Yazarımızın, kendisine benzer neo-liberal yazarların bugün sürekli tekrarladığı gibi ülkemizdeki darbe tehlikesi ve etnik kimliklerinin tanınarak gerçek bir demokrasi anlayışının hakim olması üzerinden belli argümanlar yaratmaktadır. Ancak şu an hükümet görevini üstlenmiş parti de aynı fikirleri savunmaktadır. Bu durumda bu tip yazarlar zaten otoritenin düşüncesine hizmet eden bir çizgi de ilerlemektedirler. Üstelik bugün hükümetin uyguladığı politikalar uluslararası alanda ülkemizi yönlendiren ülkelerin de talep ettiği politikalardır. Peki o zaman yazarımız neden bu ödüle layık görülmüştür ? ya da kendisi ifade özgürlüğü konusunda sıkıntı yaşayan muhalif bir politik kimliğe sahip midir ? 


Görünen o ki kendini ifade etmek konusunda bir sıkıntı çekmemektedir çünkü bir gazetenin yayın yönetmenidir ve üstelik bu gazetede hergün bu ülkenin insanlarına ve kurumlarına asılsız iddialarla saldıran bir yazar kadrosuna sahiptir. Bunu yaparkende sadece kamuoyunun eleştrilerine maruz kalmaktadırlar. Bunun dışında devletten bir baskı görmemektedirler ya da peşlerine takılan gayriresmi ölüm timleri yoktur. 


Bu yazarımız bugün ülkemizde "liberal" düşünceler etrafında toplanan geçmişin solcu aydınlarının sıkı bir prototipini oluşturmaktadır. Sürekli "demokrasi" denilen bir fenomenden bahseden, oturduğu yerden binbir zorluklarla kazanılmış Cumhuriyet rejimini eleştiren, ülkemizdeki etnik ve dini farklılıklar konusunda aykırı düşünceler öne süren ve nihayet kendi gibi düşünmeyenleri belli bir kalıba sokarak ağır sıfatlarla yaftalayan garip bir düşünce grubunun üyesidir. Bugün bu insan ödülünü alırken yaptığı konuşma da vicdandan bahsetmektedir. Bu vicdan güya özlem duyduğumuz özgürlükçü yapıyı geri getirecektir. Peki o vicdan senin gibi düşünmeyeni faşist, darbeci, cuntacı diye yaftalarken nereye saklanmıştır ? Bu vicdan bir sağduyu ya da hoşgörü üretemez mi ? Bu aydın güruhu gözümüzün önünde milyonlarca insan öldürülürken, Birleşik Devletler Irak'ta göstere göstere "darbe" yaparken neredeydi ? Sorosçu vakıflar Ukrayna, Gürcistan, Yugoslavya'da sivil toplumu örgütleyip rengarenk darbeler yaparken bu aydınlarımız başka bir kanalı mı izliyordu ? Nihat Genç İletişim Yayınlarından kovulurken, Banu Avar TRT'den ayrılmak zorunda kalırken, Mustafa Balbay terör örgütü mensubu olmakla suçlanıp tutuklanırken, Youtube yasaklanırken, insanlar asılsız suçlamalarla hapiste aylarca tutulurken  çok sevdikleri demokrasileri ve vicdanları nereye saklanmıştı ? Ayrımcılık ve kutuplaşmadan şikayet ederken, kendi gazetelerindeki "yazarımsı" organizmalar artık haddini aşıp şehirlere faşist yaftası vurarken ayrımcılığın kralını yapmıyorlar mı ? Heryerde potansiyel darbeci askerleri, yazarları, vatandaşları ararken, hergün başka bir belgeyle akıl bulandırmaya çabalarken  Türkiye'nin yaşayan tek gerçek darbecisiyle alakalı tek bir hamle yapmamak hangi geniş vicdana sığabilir ? Bir cadı avını andıran bu darbeci avında polisin ve yargının yetkileri kötüye kullanılırken neden hiç sesleri çıkmıyor ? Daha soracak o kadar soru var ki şu vicdan müessesinden çıkan...


Gözümün önüne tek bir görüntü geliyor. Cengiz Çandar bir tartışma programında kuyruğuna basılmışcasına Prof. Emre Kongar'a bağırıyor. "...demokrasi anlayışı ve özgürlük..milyonlarca insanın kaderini ilgilendiren darbe girişimleri...!" Adeta bu kelimeler beynimde çınlıyor. Aynı Cengiz Çandar Birleşik Devletler ne zaman Irak'a girse Türkiye nasıl kazanç sağlar diye tavsiyeler vermekteydi. ABD Irak'a girdi, darbe yaptı, ülkenin liderini idam etti, yeni bir hükümet kurup kendi yandaşlarını başa getirdi ve ülkeyi bir terör girdabının içerisine bıraktı. İşte Çandar bundan bahsediyor. Ona göre biz bu kanlı girdaba girip payımıza düşeni almalıyız. Milyonlarca insanın katledilmesi sadece bir rekor denemesi onun için. Sonra aynı adam karşımıza çıkıp demokrasi, özgürlük diyor, darbecilerden şikayet ediyor. Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ? Bu adamların bahsettiği özgürlük nedir ? Liberal bir aydın olmak için nasıl bir vicdana sahip olmak gerekiyor ? Bu insanlar hangi ortak ahlak yapısına göre hareket etmektedirler ? 


Tüm bu saçmalıklar olurken şimdi sıra vicdan denilen o kritik müesseseye geldi. Demokrasi, hür irade, eşitlik, özgürlük, çok seslilik, mozaik, açılım... ve şimdi vicdan bu ikircikli düşünce yapısına hizmet eden yeni bir kavram olacak. Bir o kalmıştı zaten içi boşalmayan...  


Alper ÇAKIROĞLU